Kendimi geliştirmek için ne yapmam gerekir?


Bu soruyu Google‘a sordun ama ben cevaplamaya çalışayım 🙂

 Gerekli malzemeler;

  • Mevcut Durum Kontrolü; (Neden)
    Kendini geliştirmek istiyorsan önce nerede durduğunu anlamalısın.
    Nereden hareket ettiğini bilmiyorsan, ne kadar yol gittiğini bilemezsin
    Gitmek istediğin yeri bilmeden, oraya ulaşamazsın
  • Farkındalık; (Neyle)
    Gerçekte neler istediğini bulduğunda, hedeflerini belirle ve not al.
    (Notlar ilerleyen zamanlarda lazım olacak.)
  • Rol Modeller;(Ne)
    Kişisel gelişim yolu uzun bir yol ve bazen çok karanlık olabilir.
    Yol üzerinde sana ışık tutacak en önemli şey; oradan daha önce geçmiş kişilerin bıraktığı izler. 
    İzleri takip ederken iz bıraktığını unutma!
  • Sabır;(Nasıl)
    (İnsanı tanımak zaman ister)
    Kendine zaman ayırmaya değer.

Şu cümleyle özetlenebilir.

Neye , neyle neden nasıl ulaşabilirim.

Hedeflerime, ben, bulunduğum durumdan, Azimle ulaşabilirim

Yeni kaynaklar aramadan önce, bu dört malzeme üzerine biraz düşünmeye ne dersin?

Kolay Gelsin …

Devam edecek

Kimyasal Bilgisayar


MİKROPLAR AKILLI MI ? AKIL ve HESAP GEREKTREN DAVRANIŞLARI SERGİLYEN MİKROPLAR BUNU HANGİ AKILLA YAPIYOR ?

E coli Flagellum

Dünyadaki canlıların büyük çoğunluğunu gözle göremediğimiz mikroorganizmalar oluşturuyor. Bu tek hücreli canlılar hemen hemen her çeşit ortamda yaşayabilecek bir biyolojik özellik sergiliyor. Mikroorganizmalar çok hücreli canlılara göre çok daha basit canlılar olarak kabul edilseler de kimi özellikleri yapısal basitliklerinden beklenmeyecek ölçüde karmaşık ve gelişmiş olabiliyor.

Araştırmacıların adeta bir çeşit zekâya benzettiği bu özellikler mikroorganizmaların sandığımız kadar basit ve ilkel canlılar olmadığını düşündürüyor. Mikroorganizmaların zekâ ürünüymüş gibi görünen davranışları tıpkı başka özellikleri gibi çeşitlilik gösteriyor. Tabii ki mikroorganizmalar için gerçek bir zekâdan bahsetmek imkânsız, çünkü bir sinir sistemine bile sahip değiller. Mikroorganizmaların bu tür davranışları, bir çeşit “kimyasal bilgisayar” gibi işleyerek sergiledikleri görülüyor. Bu modele göre, hücre dışarıdan gelen bilgiyi girdi olarak kullanıp çıktı olarak bir davranış ortaya koyuyor. Bu defa işlem birimleri, bilgisayarlardaki mantık kapılarına benzer biçimde işleyen proteinler. Dışarıdan gelen girdiler proteinlerin şekil değiştirmesine, bir araya gelmesine ya da belirli bilgi işleme silsileleri içerisinde bazı proteinlerin kimyasal olarak değişmesine yol açıyor. Sonuçta uyarılan efektör proteinler de davranış tepkisini oluşturuyor.

İşte mikroorganizmaların, çevrelerinin farkında oldukları ve bilinçli olarak tepki verdikleri izlenimini uyandıran davranışlarından bazıları:

MİKROPLAR İLETİŞİM KURUYOR
Bakterilerin kimyasal sinyaller kullanarak akrabalarıyla örgütlendiği, müttefikleriyle işbirliği yaptığı ya da düşmanlarına gözdağı verdiği biliniyor. Mikrobiyologlar bu kimyasal “konuşma’nın, bakteri hücrelerinin hayvan topluluklarının karmaşıklığına yakın biçimde dayanışma göstermesine, çok hücreli canlılar gibi özelleşebilmesine ve sosyal davranış gösterebilmesine olanak sağladığı görüşünde.

MİKROPLAR KARAR VERİYOR
Pek çok mikroorganizma, çevresindeki kendi türüne ait birey sayısını algılayarak davranış değişikliği gösterebiliyor. Bu da bu canlılara grup halindeyken toplu eylem yapma şansı tanıyor. Mikroorganizmaların eşgüdümlü olarak takım çalışması yapmasını sağlayan yöntemlerden biri, yeter çoğunluğu algılama olarak bilinen olgu.

(Hastalık yapıcı mikroorganizmalarda yeter çoğunluğu algılama mekanizmasının keşfi, mikrobik hastalıklara karşı yepyeni bir stratejinin yolunu açtı. Araştırmacılar antibiyotiklere karşı sürekli daha da dirençli hale gelen bakterilerle savaşta, onları öldürmeye çalışmak yerine kendi aralarındaki iletişimi kesmenin çok daha akıllıca olacağını düşünüyor. Böylece bakterilerin yeter çoğunluğu algılama mekanizmaları sekteye uğratılarak kazanılan zamanda, bağışıklık sisteminin uyanarak koloniyi etkisiz hale getireceği yönünde bulgular elde edilmiş.)

MİKROPLAR YÖNLERİNİ BULUYOR
Hayvanlar dünyasında çok gelişmiş örneklerini gördüğümüz yön bulma yeteneği mikroorganizmalarda da görülüyor. Suda yaşayan Chlamydomonas algleri ışığa doğru hareket edebiliyor. Ancak bu yönelimi sadece gelen ışık fotosentez yapmasına uygun bir dalga boyundaysa gösteriyor.

Escherichia coli bakterileri ise normal şartlarda bir doğru üzerinde hareket ederken aniden kendi çevresinde dönerek rastgele bir yöne doğru tekrar doğrusal harekete başlıyor. Bakterinin hareketi bu iki tip hareketin dönüşümlü gerçekleşmesiyle gerçekleşiyor. Ancak bakterinin bulunduğu ortama bir miktar besin eklendiğinde kendi çevresinde dönme davranışı sonlanıyor ve bakteri besinin “kokusuna doğru yönelerek düz bir çizgide ilerlemeye başlıyor.

MİKROPLAR ÖĞRENİYOR VE HATIRLIYOR
Mikroorganizmaların bir çeşit hafızası olduğu ve “öğrendikleri” şeylerden yararlanarak davranışlarını değiştirdikleri durumlar da var.
Yapılan araştırmalar mikroorganizmaların hareketlerinin sanıldığı gibi rastgele olmayabileceği, aksine (örneğin yiyecek bulma etkinliklerini optimize edecek nitelikte) hareket stratejilerine sahip olabilecekleri yönünde bulgular ortaya koyuyor.

Örneğin amipler üzerinde yapılan bir araştırma, amip hareket halindeyken eğer önce sağa dönerse bir sonraki dönüşünün iki kat yüksek ihtimalle sola doğru olacağını gösteriyor. Bu da araştırmacılara hücrelerin son döndükleri yönü hatırlamalarını sağlayan ilkel bir hafızaya sahip olduğunu düşündürüyor.

—————————–
“Şimdi onlara sor: yaratılış bakımından onlar mı daha zorlu, yoksa Bizim yarattıklarımız mı? Doğrusu Biz onları, cıvık-yapışkan bir çamurdan yarattık.” [Saffat Suresi, 11.ayet]

Virüs!


Ajan Smith

Seninle burda geçirdiğim süre içinde öğrendiğim bir şeyi paylaşmak istiyorum. Türlerinizi sınıflandırma fikrine kapıldığım bir günümde, aslında sizin memeli olmadığınızı anlayıverdim. Bu gezegendeki her memeli, içgüdüsel olarak kendilerini çevreleyen ortamla doğal bir denge oluştururlar. Ama siz insanlar bunu yapmıyorsunuz. Siz belirli bir alana yerleşip, çoğalıyorsunuz. Sonunda bütün doğal kaynaklar yok olana kadar buna devam ediyorsunuz. Hayatta kalmak için yapabileceğiniz tek şey olaraksa başka bir alana yayılmak kalıyor… Bu gezegende aynı yöntemi kullanan bir başka organizma daha var. Ne olduğunu biliyor musun? Bir virüs! İnsan türü bir hastalık. Bu gezegende bir kansersiniz. Bir tür salgın. Ve biz de tedaviyiz!
Matrix Film Repliği / Ajan Smith

Şifrenizi güçlendirin!


Günlük hayatınızın bir parçası haline gelen şifreler sizin için özel değerlerinizi koruma adına birer anahtar görevi görüyor.
Böylesine önemli bir anahtarı kolay erişilebilecek bir yerde veya tahmin edilebilecek şekilde bulundurmak istemezsiniz sanırım.
Artık basitce kurgulanmış şifreler, kurulum mantıklarının çözülmesi ve denemeler ile kolayca elde edilebiliniyor.
Öyleyse şifrelerinizi daha güvenli hale getirmenizin zamanı geldi.

Eğer ASCII ve Unicode karakterlerini duymuşsanız deneyim li bir bilgisayar kullanıcısı olma ihtimaliniz var, eğer duymadıysanız ALT + numpad tuş kombinasyonları ile ulaşabileceğiniz özel karakterler diye özetleyebilirim.
Şifreleriniz içerisinde bulunduracağınız bu özel karakterler tahmin edilmesi zor bir kombinasyon oluşturacağı için şifrelerinizi daha güvenli hale getirebilir.
Tabi bu özel karakterleri kullanıyor olmanın bazı dez avantajları da olacak. Mesela bazı web sayfaları bu özel karakterleri ayırt edemez,
ayrıca cep telefonlarınızdan bu özel karakterleri girmekte zorlanabilirsiniz ve ASCII tuş kodları farklı işletim sistemlerinde farklı çalışacağı için zorluk yaşayabilirsiniz.
Özet olarak bu özel karakterleri işletim sisteminizdeki güvenliğiniz için kullanmanız daha faydalı olacaktır diyebiliriz.

Tüm alanlarda (Web,Mobil,Farklı işletim sistemleri) kullanacağınız şifreleriniz için önerim şu olacaktır.
Kısa şifreler kullanmayın ( 6 ve üzeri haneden oluşması)
Büyük Küçük harfler kullanın
Sayısal ve AlfaSayısal değerleri de göz ardı etmeyin (Ör: 1,3,#,! vbg.)

Şimdilik bu kadar, güvenle kalın.

Büyük Hadron Çarpıştırıcısı (Large Hadron Collider-LHC)


Büyük Hadron Çarpıştırıcısı

(Large Hadron Collider-LHC)
27 kilometrelik tünelde 15 metre uzunluğunda normal mıknatıstan 90 bin kat daha güçlü 1500’e yakın, yüksek güçte mıknatıs var.
Bu mıknatıslar tünelde tutulan her maddenin atomundaki proton parçacıklarını elektromanyetik dalgalarla hızlandıracak.
Bu parçacıkların ışık hızına yakın bir hızda birbirleri ile çarpışması için LHC’nin 8 parçası, eksi 271 dereceye kadar soğutulacak.
Eksi 271 dereceye ulaşıldığında bir protona kütlesinin 7 bin katı enerji verilecek ve parçacıklar, saniyede 40 milyon kez çarpışacak.
5000 GeV’lik (giga elektron volt) iki protonun kafa kafaya gelme ihtimali çok düşük, ancak iki proton kafa kafaya çarpıştığı an ortaya çıkacak fotoğraf, “kara madde”yi, bir başka deyişle kayıp maddeyi gösterecek.

Mutlu Olmanın Yolları !


1. Kusursuz olmaya çalışma. Unutma ki dünyada hiçbir şey mükemmel ve kusursuz değil.
2. Sevgi kapasiteni geliştir. Tabii önce insanları sevmen gerekiyor. İşe kendini başkalarının yerine koyup onların sıkıntılarına ortak olarak başlayabilirsin.
3. İyilik yap, denize at. Yaptığın iyilik karşısında takdir edilmeyi isteyebilirsin ama inan yaptığın iyiliği kendine sakladığında daha çok mutlu olacağından emin ol!
4. Bırak ilgiyi başkaları toplasın! Sürekli ilgi çekmek isteriz fakat ilgiyi yanımızdakinin toplamasına izin verdiğimizde o kişi sizin yanınızda çok mutlu olacak.
5. Anı yaşamayı öğren! Geçmişteki sorunlarının veya geleceğe yönelik endişelerinin şu anki yaşamını etkilemesine izin vermemelisin.
6. Öğrenmeye açık ol. Senin dışında herkesin çok bilgili olduğunu düşün.Yaşamında bulunan her şeyin sana öğretecek bir çok şeyi olduğunu unutma!
7. Sabır geliştirme egzersizleri yap! Eğer sabırlı olmazsan, sıkıcı gelebilir.
8. Elini uzat! Kırıldığın ya da küstüğün zamanlarda ilk adımı hep karşıdan mı beklersin? Unutma ki, haklı olmak mutlu olmaktan önemli değildir.
9. Gerçekleri kabul et.Şikayet etmek ve kendini ve çevrendekileri üzmek yerine gerçekleri olduğu gibi kabul etmeyi dene.
10. Yazmayı unutma!günlük tutuyorsan ne ala! Ama tutmuyorsan haftada bir kere olsun kalemi kağıdı eline alarak ya da bilgisayar başına geçerek birisine mektup yazabilirsin.
11. Bırak biraz canın sıkılsın! Sürekli bir yerlere koşuşturmaktan yorulan bedenimizin yanı sıra beynimizin de biraz tembelliğe ihtiyacı var.
12. Zihninde özel bir bölüm aç.Yapman gereken tek şey sorunları, farklı seçenekleri ve farklı çözümleri beyinin bu kısmına yüklemek ve gerisini ona bırakmak.

13. Kendine ‘sessiz zaman’ ayır. Mutlaka seninde herkesten ve her şeyden uzak kalmak istediğin anlar oluyordur. Bu zamanlar kendi sesini duymanı sağlayacak ve içini huzurla kaplayacak.

14. Önce karşındakini anlamaya çalış. Eğer çevrendekilerle doğru iletişim kurmak istiyorsan, önce karşındakileri anlamaya çalışmalısın.
15. Alçakgönüllü olamaya çalış. Kendini başkalarına kanıtlamak için ne kadar az çaba harcarsan içindeki huzur o kadar artar.
16. Eleştirileri kabul et.! Ufak bir eleştiride bile saldırıya geçmek yerine eleştirileri kabul etmeyi denersen, kendini daha iyi hissedebilirsin.
17. Gevşe. Rahatlamış insanlar çok başarılı olurlar, çünkü böyle bir durumdan sonra yaratıcılıkları da artar.
18. Parçalara bölünme. Aynı anda kaç iş yapabilirsin? Tek bir işe odaklanmaya ne dersin?
19. Planlarında esnek ol! Planların gerçekleşmediğinde hayal kırıklığına düşmek yerine planlarında değişiklikler yapmayı denersen daha huzurlu olabilirsin.
20. Mutlu olmaya çalış. Ne zaman mutlu olacaksın? Okulun bittiğinde mi? İşe girdiğinde mi? Mutluluğu bekleme ve erteleme.

Dunning-Kruger Etkisi


New York Stern School of Business’te görevli psikologlar Justin Kruger ve David Dunning’in tarihe geçmelerine vesile olan bulguları, yani Dunning-Kruger Etkisi adıyla literatüre geçecek olan teorileri de, Türk sağduyusunun yüzyıllardır “cahil cesareti” dediği şeydir aslında.

Journal of Personality and Social Psychology’nin Aralık-99 sayısında yayımlanan teorileri özetle, “cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır” der.

Metin çözme, araç kullanma, tenis oynama gibi çeşitli alanlarda yapılan araştırmaların sonucunda şu bulgulara ulaşılmıştır:
-Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.
-Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.
-Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.
-Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.

Değerlendirme zaafı

İki uzman daha sonra, bu teorilerini test etme fırsatı da buldular. Cornell Üniversitesi’nden 45 öğrenciye bir test yaptılar, çeşitli sorular sordular. Ardından öğrencilerden “testin sonucunda ne kadar başarılı olacaklarını tahmin etmelerini” istediler.

En başarısızların (yani sadece yüzde 10 ve daha az doğru cevap verenlerin), testin yüzde 60’ına doğru cevap verdiklerine, ayrıca iyi günlerinde olsalar yüzde 70’e ulaşabileceklerine inandıkları ortaya çıktı.

En iyilerin (yani en az yüzde 90 doğru sonuç alanların) en alçakgönüllü denekler olduğu (soruların yüzde 70’ine doğru cevap verdiklerini düşündükleri) görüldü. (Not: Dunning ve Kruger bu çalışmalarıyla 2000 yılında Nobel de kazandılar.)

İki uzman psikolog bu bilinçsizliği, “kronik kendi kendini değerlendirme (auto-evaluation) yeteneksizliğine” bağlıyorlar. Çalışan, kendi kapasitesini değerlendirmekten ve eksikliğini teşhis etmekten acizdir. Ama asıl vahim olan, bu “yetersizlik + haddini bilmeme” kokteylinin, mesleki açıdan, karşı koyulmaz bir itici güç oluşturması. Kariyer açısından bir eksiyken, artıya dönüşmesi.

İŞTE KONUNUN CAN ALICI NAKTOSI VE HAYRETLE NELER OLUYOR DİYE ETRAFIMIZA BAKINIYORUZ YA AĞZIMIZI AÇIK, İŞTE OLANIN ÖZETİ AŞAĞIDA

İşinde çok iyi olduğuna yürekten inanan “yetersiz”, kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve haddi olmayan görevlere talip olmaktan en küçük bir rahatsızlık duymayacaktır. Aksine bunu bir “hak” olarak görecektir. “Uyanıklık” bilecektir.
Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar ise çalışma hayatında “fazla alçakgönüllü” davranarak kendilerine haksızlık edecekler, öne çıkmayacaklar, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmayacaklar, kıymetlerinin bilinmesini bekleyecekler (ve bilinmeyince için için kırılacaklar ve kendilerini daha da geriye çekecekler) ve muhtemelen üstleri tarafından “ihtiras eksikliği” ile suçlanacaklardır. Üstleri de zaten, genelde “aynı yoldan geçmiş” insanlardır.
Buna, insan kaynaklarının, iki benzer CV arasından, “kendine güvenen ve iyi sonuç alma olasılığı yüksek” adayı tercih edeceği gerçeğini de eklerseniz, Dunning-Kruger Sendromu’nun Peter Prensibi’nin (*) yatağını yaptığı da ortaya çıkar.
Sonuçta, “kifayetsiz muhterisler” her zaman ve her yerde daha hızlı yükselecekler ve daha yukarılara çıkacaklardır. Etrafınıza bir bakın, uzmanlara hak vereceksiniz.

Kifayetsiz muhterisi nasıl tanırsınız?

1- Gücünü delegasyon bahanesinden alır. Ekibinin orkestra şefi havalarına girer.
2- Çok gürültü patırtı eder, çok şey yapıyormuş havası estirir.
3- Koridorlarda hızlı hızlı, düşünceli edayla yürür.
4- “Beşer şaşar” diye düşünür. Ama genellikle şaşan beşer başkası değil, kendisidir.
5- Ne olursa olsun, hazırlıklıymış, olacakları önceden biliyormuş gibi davranır.
6- Üstlerine karşı son derece kibardır; altındakilere (özellikle de en çok ihtiyaç duyduklarına) kötü muamele eder.
7- İktidar ilişkileri ve göstergeleri onun için çok önemlidir. Astlarına kimin üst olduğunu hatırlatmayı sever.
8- İlk denemede başarılı olamazsa, başarısızlığının belgelerini yok etmeyi unutmaz.
9- Talimatlarını post-it ile, e-postayla verir böylece astlarıyla yüzleşmekten kaçar.
10- Toplantılarda son sözü mutlaka o söyler, gerekirse başkasının sözünü tekrarlamak pahasına..

KIZILDERİLİ ‘LER NASIL YOK EDİLDİ?


İşgalci İspanyolların ana kıtaya ayak basmalarıyla birlikte geçen 40 yıl içinde, kadın erkek ve çocuk olarak toplam 12 milyondan fazla yerli, Hıristiyanların iğrenç eylemleri ve zorbalıkları ile katledilerek bir soykırım işlemine tabi tutuldular. Amerika’nın işgali, haçlı seferlerinin adeta bir devamı niteliğinde idi. Sadece sınırlar değişmişti 781 yılında İspanya kilisesinin Araplara karşı başlattığı din ve ırk savaşı , bundan sonra And Dağları’nda Meksika’da ve Amerika’nın vahşi Batısı’nda devam edecekti.Yüzyılın en önemli katliamları arasında gösterilen kızıl derilerin yok oluş öyküsünün acı dolu hikayesi batı uygarlığının bir ayıbı olarak her zaman sicilinde kazılı olacaktır.

1972 yılında çevrilen The Godfather (Baba) filmindeki rolu nedeniyle en iyi oyuncu ödülünü Oscar yönetimi altın heykelciki b>Marlon Brando’ya vermeye kararlaştırır. Ödül töreni açıklandıktan sonra dünyanın sabırsızlık içersinde beklediği heykellerin dağıtıldığı güne gelir. Herkes spot ışıklarının gösterdiği yerden Marlon Brandonun gelip ödülünü almasını bekler. Derken hiç kimsenin aklına gelmeyen bir olay olur. Brandonun gelmesini bekleyen Holywood sakinleri karşılarında yüzyıllar öncesi dedelerinin katlederek yok ettikleri bir halkın temsilcisini görünce şaşırıp kalırlar. Marlon Brando Oscar ödülünü reddederek Kızıl derileri tarih boyunca yapılan ve devam eden haksızlıkları protesto etmek üzere ödülü reddediğini açıklar. Ve kaleme aldığı bildiriyi okuması için Kızılderili kadın “Küçük Tüy” gönderir ödül törenine. Beyaz adamın ödülünü ilk reddeden kişi unvanını kazanan Marlon Brando bu hareketiyle büyük tepki almasına rağmen yüzyıllar öncesine ait bir olayı tekrar gündeme getirererek kızılderili ırkına yapılan vahşetin gerçek yüzünü göstermeye çalışır. Brando o kadar bu davaya sahiplenmiştir ki; FBI ve ABD istihbahrat örgütlerinin ülkeyi karış karış arayıp bulmak istedikleri Amerikan yerlileri Hareketi Lideri olan Dennis Banks’i karavanında ve kendisine ait olan adada aylarca gizler. Brando kızıl derilerin er ya da geç istediklerini elde edeceğine inanir. Brando: “kadınların veya çocukların haklarının genişletilmesine de öncülük etmekle veya tarihi topraklarını geri isteyen Israil gibi bir devlete hazinesinin kapılarını açmaktan çekinmemiş olmakla övünen bir ülkenin hala kendi yerli halkı için hiç bir şey yapmamış olmasını kabul edilemez” diyerek Oscar ödülü aldığı fakat reddettiği “Baba” filmiyle kızıl derilerin babası olduğunu kanıtlar

Hikayenin Başlangıcı
Amerika kıtası 12 Ekim 1492’ye kadar üzerinde güneşin batmadığı bir ülkeydi. Coşkun akarsularla kuşatılmış bu verimli topraklar üzerinde yer yüzünün büyük medeniyetlerini kurmuş doğayı katletmeden ondan faydalanmasını öğrenmiş silahı ve savaşı tanımayan ve öldürme nedir bilmeyen insanların yaşadığı ülkeydi, Amerika. Araştırmacıların tahmini hesaplarına göre Christoper Columbus Hint adaları sandığı Antil adalarına ayak bastığı tarihte bütün Amerika kıtasının nufüsu 30 ile 50 milyon arasında değişiyordu. Kristof Kolomp seyahatleri boyunca tuttuğu günlüğünde ilk gördüğü yerlilerin silahsız ve olduklarını belirterek;. “Onlara bir kılıç gösterdim keskin tarafından tuttular ellerini yaraladılar ” diyor. Yine Kolomp günlüğünde. “Bunlardan çok iyi hizmetkarlar olur. Sadece elli adamla bütün bu yerlilerin hepsine kolayca boyun eğdirebiliriz ve her istediğimiz yaptırabiliriz” der Amerika fatihi ! Kristof Kolomp ve beraberinde götürdüğü katil, hırsız, çapulcu ve dolandırıcılardan oluşan maceracıların, tanrının adını yaymak ve bilinmeyen toprakları ispanya krallığı adına kutsamak adına çıktıkları kıtada yaptıkları ilk eylem, kılıçlarını kınından kızılderilere çekmek olmuştu. Kolomp’un yeni toprakları keşif için çıktığı yolculuk, daha çok haçlı seferlerini andırıyordu. Kolomb’un Amerika kıtasında tek bir hedefi bulunuyordu. Zenginliğe ulaşmak Avrupa’da bulunmayan madenlere bir an önce sahip olma isteği ve hırsı.

YERLİLERİN KANIYLA YIKANAN ALTINLAR
İlk önceleri yerliler İspanyolları çok iyi insanlar oldukları zannetmişlerdi. Fakat günler geçtikçe bu insanların nasıl bir vahsetin temsilcisi olduklarını anlamakta zorluk çekmediler. Yerliler karılarını çocuklarını, mallarını dağlara kaçırarak saklama yolunu tuttular. Hıristiyanlar halkı tokatla yumrukla sopayla dövüyorlardı. Olaylar ele geçirdikleri bir köy beyinin karısının ırzına geçilmesiyle çığrından çıktı. Bu olayların ardından yerlilerde ok ve yaylar ile silahlanmaya başlarlar. Yerliler için artık dayanılmaz bir hayat başlar. Katliam ve kan dökme bütün Orta Amerika kıyılarını sarar.. Hristiyanlar köylere giriyor, çoluk çocuk, yaşlı hamile veya loğusa kadın demeden” ağıllara sığınmış kuzulara saldıran kurtlar gibi ” kurbanlarının karınlarını deşiyorlar, parçalara ayırıyorlardı. Hatta aralarında kimin tek bıçak darbesiyle bir insanı ortadan ikiye ayıracağı veya tek mızrak atışıyla başını keseceği yada bağırsaklarını ortaya dökeceği üzerine bahsine giriyorlardı. Anne sütü emen bebekleri tek tek toplayarak ayaklarından tutup başlarını taşlara çarpıyorlar bazılarını ise yüksekten ırmaklara atarak vahset’te sınır tanımıyorlardı. Tuttukları yerlileri ağaçlara bağlıyarak topluca ateşe veriyorlar katliamların diğer köylere ulaşmasını sağlamak içinde sağ kalanların ellerini keserek vahşetten diğer köylerin haberdar olmalarını istiyorlardı.Yakaladıkları köy beylerini ise önce direkler üzerine tahta çubuklardan bir ızgara yapıyorlar sonra ızgaraya bağladıkları beylerin altındaki ateşi körükleyerek diri diri yakıyorlardı.

İspanya’dan gelen bu işsiz güçsüz çapulcu takımı Özellikle İspanyada kötü insanlar arasından seçilerek buralar getirilmiş gibiydiler. Gün geçtikçe katledilen yerliler kıtanın ormanlık bölümlerine kaçarak gizlenme yolunu tuttularsa da İspanyollar bunları bulmaları için köpek ve tazılar yetiştirdiler. Günlerce aç bıraktıkları yırtıcı hayvanları yerlileri parçalatmak için kullanmaya başladılar. Bu hayvanlar bir yerliyi görür görmez, kaşla göz arasında paramparça ediyorlardı. Artık İspanyollar arasında yerlileri vahşi köpeklerine parçalatmak bir spor haline gelmişti. O günleri gözleriyle görüp yazan Bartolome de Las Casas bakin ne diyor bu konu hakkında. “İspanyollar bu köpekleri beslemek için domuz sürüleri gibi yürüyen zincirlere vurulmuş birçok yerliyi öldürür ve insan eti satılan halka açık kasap dükkanları işletirlerdi. Birbirlerine “şu rezil herifin dörtte birini ver de bir diğerini öldürüne kadar köpeklerimin karnını doyurayım derlerdi. Sanki bir domuz yada koyunun dörtte biri konusunda pazarlık yapıyorlardı.

Bazıları köpekleriyle birlikte ava giderlerdi. Geri döndüklerinde onlara avin nasıl geçtiği sorulurdu. O zaman şöyle cevap verirlerdi. “Çok iyi köpeklerimle birlikte 15-20 tane rezil yerli öldürdüm” Savaşlar bitip bütün yerli erkekler ölünce genelde olduğu gibi geride sadece genç delikanlılar, kadınlar ve küçük kızlar kaldılar. Hrıstiyanlar onları aralarında paylaştılar. Yerli erkek köleler Amerika kıtasının en önemli madeni olan Altın ocaklarında çalıştırıldılar. Kadınlar ise toprağı sürmeleri için tarlalara çiftliklere yerleştirdiler. Lohusa kadınların göğüslerindeki sütler bakımsızlıktan kurudu sütü kuruyan annelerin çocuklarıda kısa sürede açlıktan öldüler. Eşleri birbirinden ayıran İspanyollar yüzünden Kızılderili nufüsu azaldı. Yorgunluk ve açlıktan kadınlar ve erkekler teker teker ölmeye başladılar. Dağlara kaçan yerliler korkudan ne yapacaklarını bilemez bir duruma düşmüşlerdi. Ümitsizliğe düşen bir çok yerli çoluk çoçuğu ile birlikte ağaçlara kendini asmaya başladılar. İspanyol Vahşet’tinden kaçmak için intihar etmeye başladılar.

BİR NESİL KATLEDİLDİ

Bugün Peru’da 15.5 milyon nufüsun 9 milyonu, Ekvator’da 6,5 milyonu, Boliyva’da 4,5 milyonun 3,5 milyonu İnka nufüsundandır. Guetemala’nın 6 milyon nufüsundan 4 milyonu ise Maya Kızılderilisidir. 60 milyon nufüslu Meksika’da 10 milyon Maya ve Aztek , 10 milyon nufüslu Şili’de ise 600 bin İnka yaşamaktadır. ABD ve Kanada’da kökleri kazınmış olduğu halde, Amerika kıtasının tümünde aşağı yukarı 40 milyon Kızılderili bulunmaktadır. Özellikle ABD’nin Kızılderili toplumlarının köklü değişimlerini sağlamak için özel eğitim yöntemleri bulunmaktadır. ABD kızıl deriler için önce, onları hristiyanlaştarabilecek okullar açarlar.. 1500’lerin başından itibaren , başta Virjinia olmak üzere , yerlileri Amerikanlaştırmak için birçok okul açılır. Batılı eğitim baskısıyla yerlileri değiştiremeyeceğini anlayan beyaz insan her zamanki gibi güce ve hilelere başvurur.

COLUMBUS’UN SONU
Amerika’ya 1493,1498 ve 1502 yıllarında seferler düzenleyen Christopher Columbus her seferinde Kızılderililer, papağanlar ve az miktarda altın ile geri döndüğünde kendisine “Sinek Amirali” diye adlandırılırdı. 1500 yılının 3 kasım günü kardeşleri Bartolomeo ve Diego ile birlikte İspanya’ya getirilirken kollarına takılan zincirlerin tabutuna sarılmasını vasiyet eder. Bu dileği son nefesini verdiği 20 Mayıs 1506’da gerçekleşir. Kolomp’un ölümünden sonra tabutunun yolculuğu başlar. Valladolid’de gömülen Kolomb’un kemikleri 1509-1514 yılları arasında Sevilla yakınlarındaki Las Cuevas kentinin Kartauser mezarlığına taşınır.1537 yılına gelindiğinde , sağlığında dört kez çıktığı yolculuğa yeniden başlar Christopher Columbus. Amerikan fatihinin kemikleri Atlantik’i aşarak Santa Domingo Katedrali’nin bodrumuna getirilir. Fransız ordusundan korunmak amacıyla oradan da çıkarılan tabut 1795’de Küba’nın başkenti Havana’ya nakledilir.1899’da ise Atlantik yeniden geçilir ve Christopher Columbus’un kemikleri Sevilla’da onuruna dikilmiş bir heykelin ayakucuna gömülür. Kolomb’a hayranlık duyan Papa Pius onun kilise tarafindan cennetlik ilan edilmesi için 1866’da bir girişimde bulunur. Kilise mahkemesinden olumlu yönde yalnızca bir oy çıkar ve Papanın teklifi reddelir.

VAHŞİ BATININ İNSAN AVCILARI
Kolomp’un yarım bıraktığı yerden İspanyollar, Fransızlar, İngilizler, Almanlar, yeni kıtaya akın ederler. Hepsinin gözü kara olarak ve zengin olma hayalleriyle tutuşarak gelirler. Peki niçin onca mesafeyi göze alan bu insanları çeken nedir. Tabiiki Kolomp’un günlüğünün tüm sayfalarında adı geçen Altın. Evet Orta, Güney Amerika derken sıra Kuzey Amerika ve Vahşi Batıya gelir. Buralarda başlayan seri insan avları ise Kolomp’un yaptığı avları hiç aratmaz. ABD’deki Kızılderili reisleri teker teker avlanarak, kandırılarak esir edilmiş veya öldürülürler. Kovboyların dillerinden düşmeyen bir şarkıda söyle diyor “Maymunların krali Geronimo nerdesin Karnım ziller çalıyor yesem seni ne dersin?” diye seslenilen ünlü kızılderili şefi Geronomidir. Vahşi batının kurallarını kızılderilerde uygulayan kovboylar birde bunlara şarkı yazarlar. Işte bunlardan birkaçının hikayesi.

GERONIMO
Geronomi Gilla ırmağı kayağında doğan Geronimo’nun reis olma gibi bir beklentisi olmamasına rağmen olaylar onu önder olmaya itmiştir. Köy halkıyla kasabaya alışverişe inen Geronimo köyüne döndüğünde Karısı üç çocugu ve annesinde aralarında bulunduğu bir katliamla karşılaşır. ABD hükümeti ve Meksika hükümeti arasında bir antlaşma yapılır. Bu antlaşmaya göre Apaçileri takip eden Meksika ve ABD sınırı birbirlerine sormadan geçebilecekler ve Ünlü Apaçi lideri Geronimoyu yakalayacaklardı. Apaçiler hem Meksika hem de ABD ile savaşırken diğer bir düşmanlada savaşmak zorunda kalacaklardı ki o da kendilerini vahşi ve barbar yerine koyan gazetelerdi. Gazetelerde çıkan haberlerde yakılan köylerden göçe zorlanan öldürülen, işkence yapılan kızıl derilerden söz edilmiyor aksine kızıl derileri katleden askerlerin kahramanlıkları anlatılıyordu. Kızıl derilerin kurt adını taktıkları General Crook ile Geronimo arasında yapılan barış antlaşmasi bir yılını doldurduğunda bölgede ne şiddet ne de herhangibi bir yağma görülür, fakat Gazetelerin savaş çığlıkları akıl almaz boyutlara ulaşır. Çağrılar üzerine hükümet kızılderiler ile barış yapan generali görevden alarak yerine savaş yanlısı Nelson Miles’i atar ve savaş başlar. Katliamlar ve kaçışlara dayanamayan Geronimo teslim olur asılması beklenirken serbest bırakılır. Tek suçu canını ve malını korumak olan Geronimo 1909’da hayata gözlerini yumar.

MANGAS
Beyazlara karşı özgürlük savaşı veren Apache reisi Mangas yetmişi aşkın yaşına rağmen genç kızılderileri kıskandıracak ustalıkta ata biner. Mangas yada “Kırmızı yen” 1863 yılında kanın durması için beyaz adamla barış görüşmeye razı olur. Askerlerin kampına doğru yola koyulan Mangas’ı savaşçıları yalnız göndermeyi kabul etmediğinden yanına 15 adam verirler. Apaçiler kampa ulaşınca beyaz adamlar Mangas’i almak üzere yanlarına gelirler. Ama savaşçılar kampın direğine barışı simgeleyen beyaz bayrak çekilmeden reislerini göndermeyeceklerin söylerler Bayrak çekilir 15 yerli uzaklaşır uzaklaşmaz çalıların arkasına gizlenen askerler Mangas’i rehin alırlar. McLean kalesine getirilen Apaçi reisinin General West ile karşılaşmasını madenci Daniel Conner şöyle anlatır. “General Mangas’in mahpus beklediği yere yürüdü, çevresindekilerin arasinda görkemli bir heykel gibi duran ihtiyar reisin karşısında General cüce gibi kalmıştı.” O gece nöbetçi olan Daniel Conner’in tanık olduğu olaylar ise çok daha fazladır. Askerlerin Mangas’a bir şeyler yaptığı gören Conner karanlık bir köşeden olanları izlediğinde insanlığından utanır. Askerler ateşte kızardıkları süngülerini ihtiyar reisin ayaklarını ve bacaklarına sürterler. Mangas kendisinin oyun oynayacak bir çocuk olmadığını söylediğinde ise askerler, tüfeklerindeki bütün mermileri bedenine boşaltırlar. General West’in “Onu sabaha ölü istiyorum” emri yerine getirilmiştir. Tek suçu barış toplantısına katılmak olan Apaçi reisinin cansız bedenine tabancalarındaki mermileri boşaltırlar askerler. Bir asker Mangas’in kafa derisini yüzerken bir başkası frenoloji uzmanına satmak üzere başını keser ve kaynayan suda haşlarlar. Savaşın başından beri barışı kucaklamak isteyen Kırmızı Yen’in başsız gövdesi bir hendeğe atılıp yüzlerce kızılderili öldürdükten sonra resmi makamlara karşı rapor düzenlenir. “Kaçmaya çalışırken vuruldu” Aynen diger kızıl deriler gibi kaçarken.

CHEYENNE REİSİ “ÇILGIN AT”
Diger bir Efsane savaşcı lideri ise “Halkın toprağı satılamaz” diyerek kara tepelerin beyaz adama satılmasına karşı çıkan Sioux direnişçisi Çılgın at ‘tır. Asil adı “Tashunka Witko” olan Çılgın At, 23 Eylül 1875’te toprakları satmak üzere Robinson Kalesinde toplanan Kızılderili reislerine “Kara tepeleri satacak ilk resi burada öldürürüm” diye haber gönderir. Toprakları satma yanlısı reislerin planlarını altüst eden bu haberi getiren Çılgın Atın güvendiği yerlilerden olan Küçük Dev Adam olur. Antlaşmanın bozulması üzerine toplantındaki Siux yerlileri sevinç gösterileri yaparlar. Toprakları parayla alamayan Beyazlar her zamanki gibi yeni bir katliama girişirler. Başta satılma işini engelleyen Oturan Boga ve Çilgin At başına ödül konulur. Halklarının evleri ve arazileri yağmalanır.
17 Haziran 1876’da Çılgın At, askerlere karşı büyük bir zafer kazanır. Savaşlardan Zaferler ile çıkan yerlileri beyazlar bölmeye çalışırlar. Çılgın At, Büyük Baba olarak kastettiği ABD başkanıyla görüşmek üzere Washington’a giden reislerin geriye şişmanlamış ve gevşemiş olarak döndüklerin söyleyerek; beyazların tüm davetlerini red eder. Fakat Çılgın Atın çağrısına kulak asmayan birçok şef Beyaz adamla görüşüp toprağını satar.
Çılgın at özelleştirmeye karşı direnen adamlarının onurlarını satmış olmalarına üzülür. ve kendisine sadık yoldaşlarını toplayarak yeni bir direnişi örgütlenmeye koyulur. Ama askerler Çılgın At’ı eski bir dostu olan “Başı bulutlara eren”‘in yanında tutuklarlar. Robinson Kalesi’ne getirildiğinde kendisini beyaz adamın satın aldığı bir Kızılderili tarafından karşılanır. Bölge polisi kılığındaki kızılderili iki yıl önce Robinson Kalesi’ndeki Kara tepeler’in satılmasıyla ilgili toplantıda Çılgın At’ın elçiliğini yapan “Küçük Dev Adam” dan başkası değildi. Kaçmak isteyen Çılgın Atı’n üstüne atlayan Küçük Dev adam engeller. Koşarak gelen bir asker Küçük Dev Adam’in tuttuğu Çılgın At’ın karnına saplar süngüsünü. Çıkarıp bir daha, bir daha, saplar süngü kırılır yüzlerce kez. gögsüne aldığı süngülerle savunmasız bir şekilde katledilir . 5 Eylül 1877 günü öldürülen Çılgın At 35 yaşında kızılderiler arasında bir Efsane olur.

VE LION KATLIAMI
28 Kasım 1864 günü 1000 yakın askerle kaleden çıkan Albay Chivington’un kesin emir almıştı ne pahasına olursa olsun kızılderiler bertaraf edilecekti. Cheyenne ve Araphelar kabilesine doğru yönelenaskerler kendilerini karşılamaya gelen ilk yerliyi kurşunlarıyla yere sererler. Ölümle tehdit edilerek Kızıl derilerin köyünü göstermeye zorlanan Çiftçi Robert Bent’den gelişen olayları dinleyelim. “Kampın iyice yakınına geldiğimizde Amerikan bayrağının dalgalandığını gördüm. Kızılderili reisi Kara kazan’ın etrafınan toplanan halkına kızılderili bayrağın çevresinde durmalarını söylediğini işittim. Gerçekten’de kadını erkeği çocuğu bayrağın çevresinde toplanmışlardı. Kızılderilerle aramızda 50-60 metre vardı. Aynı zamanda bir de beyaz bayrağın yükseldiğini gördüm. Bu iki bayrak da o kadar ortalıkta bir yerdeydiler ki görülmemeleri imkansızdı. Askerler birden tüfeklerindeki binlerce mermileri silahsız kızılderilerin üzerine boşaltmaya başladılar. Bazı erkekler silahlarını almak için çadırlarına daldılar. Kanımca hepsi 600 kişi civarinda idi. Ama bunların içinde 35 kadar savaşçı bir o kadar da ihtiyar bulunuyordu. öteki erkekler kampın uzağında Ava gitmişlerdi “. Albay Chivington katliam sonrası verdiği resmi raporda 9 askerin öldüğünü, bunun karşılığında 400 ile 500 arasında yerlinin yok edildiğini yazıyordu Gerçeğin yine olayın tanığı Robert Bent’den öğreniyoruz.
“Bacağından aldığı yarayla yerde yatan bir kadına takıldı gözüm, askerlerden biri kılıcını çekerek kadının yanına geldi. Kadın kendini korumak için kolunu kaldırdı ama asker kılıcıyla vurarak kolunu kesti. Bu kez öbür kolunu kaldırdı, asker kılıcıyla onu da kesti. sonra öldürmeden öylece bırakıp gitti “.
Köyde “Squaw” denilen, bir kızılderili kadınla evlenip kabileler arasında yaşayan beyaz erkekler de bulunuyordu. Ama onların da sonu farklı olmaz “Otuz kırk kadar Squaw korunmak için bir çukura sığınmışlardı., 6 yaşındaki küçük bir kızın eline bir sopaya bağlanmış bir beyaz bayrak vererek ortaya saldılar; kızcağız daha birkaç adım atmıştı ki alnında giren bir kurşunla yere düşer. Daha sonra o çukurdaki bütün Squaw’lar ve dışarda kalanlar hep öldürülürler. Squaw’lar en ufak bir direnme göstermezler. Gördüğüm bütün ölülerin kafa derileri yüzülmüştü. Karnı ortadan yarılmış bir Squaw kadını, yanı başında henüz doğmamış bir çoçuguyla yerde yatıyordu”. Robert Bent’in sözleri Teğmen James Conner’de doğrular.”ertesi Gün savaş meydanında dolaştığımda, kafa derileri yüzülmemiş tek bir kadın, erkek yada çocuk ölüsüne rastlamadım; çogunun gövdesi en korkunç işkencelere uğratılmıştı. erkeklerin kadınların ve çocukların cinsel organları kesilmişti. Kara kazan’in kurtulduğu katliamda çoğu kadın ve çocuk olmak üzere 133 kızılderili öldürüldü. Ardından Wounded Knee katliamında da 300 Kızılderili barış antlaşması yapılacak vadiyle silahsizlandırılarak katledilirler.

HAYALET DANSI, DİRENİŞİN SEMBOLU OLDU
1885 Yıllarında Amerika Birleşik devletleri ve Kanada kızılderilileri bir bunalımla yüz yüze geldiler. Artık Kızılderilelerin geçimini ve hayatanı idame ettiren Bufalolar yok olmuştu. Hükümet kendi katlettiği Bufaloların yerine kızılderileleri bisküvi,un,tuzlu domuz eti ve sığırlardan oluşan yiyecekler gönderdi. Kızılderililerin büyükleri beyaz adamın yiyeceğini kabul etmedi,çoğu soğuya ve açlığa dayanamayarak öldü. Kızılderili önderleri cesaretlerini yitirmişti. Tenbellik içinde oturup hükümetin yavaş yavaş gelen bağışını beklemekten başka yapaccak birşeyleri yoktu. Her kızılderili reisi kendilerini kurtaracak bir reisin geleceğini ve beyazların elinden kurtaracağını inanmaya başladı. Uzaklarda Nevada’da geleceği görebilen ,ölülerle konuşabilen bir kızılderilinin yaşadığı söylentisi tüm Kızılderili topluluğunu kapladı. Bu konunun araştırılması için tüm kızılderili reisleri heyet gönderdi. Bu söylenen medyum yoksa kendi hayal güçleriyle mi bilinmez Kızılderililerin çoğu kendilerini kaybederek trans haline girerek dans etmeye başladılar. Dansı ve rituelleri merak eden tüm kızılderili kabileleri merak içinde bu dansı uygulamaya başladılar. Kızılderili önderleri ısrarla beyazların silip süpürecek ve kızılderilere topraklarını geri verecek olan kızılderili reisten söz etmeye başladılar. Beyazlar bundan Hayalet dansı dini olarak söz etmeye başladı. Büyük olasılıkla kızılderililer kendilerinden geçene kadar kadar dans ettikleri hayaletle konuştukları için böyle bir ismi verdiler. Çok geçmeden tüm ülkenin kızılderilileri bu dansı yapmaya başladı. Heyecan büyüktü ve giderek daha da artıyordu. Bu yeni önderlerin verdiği sözlerden kuşku duyan dost kızılderililer beyazlara karşı bir isyanın başlamakta olduğunu ve toplu bir katlimanı yapılabileceği konusunda ırkdaşlarını uyardılar. Hükümet bu yeni hareketten etkilenen kızılderilerin üzerlerine kuvvetler göndererek durdurmaya çalıştı. Katliamlar bir birini kovaladı. Kızılderilere karşı olan sürek avı arttı. Fakat hükümet Hayalet dansıy’la gelen bu özgürlük kıvılcımını katliamlar kesemedi. Onun yerine aldığı bir kararla Hayalet dansının yapılmasını tüm kabilelerde yasaklattı. Büyük reis Oturan Boğa Hayalet dansı yasağına uymadığı için öldürüldü. “Kısa boğa” ve “Tekmeleyen Ayı” ise kurtulan reislerden bir kaçı idi. Hayalet dansı ve kuralları yıllarca gizlilik içersinde kabileler arasında sezsizce uygulandı.

TOPLAMA KAMPLARINDA YOKEDİLENLER
Uygar batı geçmişiyle övünmek istesede kendi tarihinin kan ve gözyaşıyla kurulduğunu her zaman görecektir. Tek tek toprakları elllerinden alınan kızılderiler Toplama kamplarında uygarlaştırılmak için eğitimden geçirilmeye başlanırlar. Toplama kamplarında yaşamaya zorlanan Kızılderilerin yiyecekleri sağlamak üzere bir çok kişiyle sözleşmeler yapılır. Getirilen yiyeceklerin üstlerinde kullanılamaz damgası olsa da Kızılderilere dağıtılır. yiyecek zehirlenmesi sonucunda meydana gelen ölümler sıralamasında çocuklar birinciliği hiçbir zaman bırakmazlar. Soğuk kış geceleri ısınmaları için kızılderilere battaniye dağıtılır. Ardından, verem, kızamık, difteri gibi bulaşıçı hastalıklar boy gösterir kamplarda. Beyaz adam savaşmadan da kızılderileri yok etmenin yollarını daha önce neden düşünemediğini üzülür. Bir kurşun ile ancak bir kızılderili öldürebilirken Mikroplu battaniyelerle binlercesini katletmek çok daha kolay olduğunu anlar. Kızılderiler ulusal kıyafetlerinden vazgeçmek “Uygar giysi” denilen elbiseleri giymek zorundaydılar. Ayrıca her kızılderili erkeği saçını kısa kestirmeliydi. Saçıyla gurur duyan bir kızılderili için son derece onur kırıcı bir uygulamaydı bu durum. ama onların insan yerine koyan olmadığı için bunun önemi yok tu beyazlar için. Beyaz adam kızılderıler ile dört yüzü aşkın anlaşma yapar. Hepsi de beyaz adam tarafından bozulan anlaşma metinlerinde şunlar yazılıdır. “Irmaklar aktikça, güneş tepede parladikça ve çimenler yeşerdikçe bu topraklar sizindir ve sizin izniniz olmadikça de ne elinizden alinabilir ne de satilabilir.“

VE ŞİMDİ
Kızılderilerin özgürlük kavğaları sonraki yıllarda da devam eder: 1975’te FBI’in “yok edilmesi gereken hedef” listesinde yer alan Kızılderili harekatın günümüzdeki lideri Leonard Peltier sahte iddia ve belgelerle gözaltına alnır. FBI’nin Azınlık liderlerine uyguladığı tuzak bir eylemle ömür boyu hapis cezasına çarptırılan Peltier için tüm kızıl deriler eylem başlatmalarına rağmen etkili bir lobileri olmadığı için sesleri hep cılız kalmakta.. ABD yönetimi’de Kızılderileri pasif bir hale getirmek için elinden geleni yapmaya devam ediyor. Ülkede her kızılderiliye kumarhane açma ve oynama izni veren hükümet Kızılderilerin kendi aralarında’da içkive fuhuşun yaygınlaşması için’de ön tedbirler alarak bir nevi asimile politikasını devam ettirerek kendine göre tehlikeli gördüğü bir ırkı pasifize etmektedir. Bir dönem özgürlük fikrini danslarıyla dile getirip beyazlara karşı güçlerini gösterme savaşı veren Kızıl derilerin torunları ise günümüzde ABD hükümetinin kendilerine yaşamaları için ayırdığı toplama kamplarında dolarlara karşı hayalet dansını uygulayarak soylarını devam ettirmeye çalışıyorlar.

KAFA DERİ AVCISI BİLL
“Wahşi batı Show” adı altında Amerika ve Avrupada tur attırılarKansas Pacific trenyolunda işçiler ve askerler ile birlikte çalışır Bill Batı Nebraska ‘da askerlerle keşif kollarında izcilik yaparak çalışırBuffalo Bill karakter olarak roman ve hikayelerinde sembolize dedilen “wahşi batı ile eş düşünülür. William Cody başladığı tren yol çalışmalarında bri maceracı olarak görülür. İlk örnek olarak karşımıza çıkan Bill kendine özgü elbiseleri ve yaşam tarzı ile herkeşin ilgi odağı olmasını bilmiştir. Buffalo katliamanın ardından iz sürdüğü kızılderileri teker teker avlayarak kafa derilerini yüzen anlı şanlı kahramanımız savuinmasız yüzlerce kızılderiliyi katlederek önüne ön katar. Irkçı bir düşünceye sahip olan Buffalo Bill yaptıkları efsane şeklini alır.Buffalo Bill. New York, San Franciso, Chicago, ve Avrupa’da çok sayıda şova katılır., Cody’s şöhretini korumak adına dünyada dolaşmadık yer bırakmaz Topraklarını korumak amacıyla özgürlük için savaşan kızılderileri asi ve vahşi olarak tanıtır tüm dünyaya Buffalo Bill kızılderilerin en büyük suçları beyaz efendilere boyun eğmemek olmuştu. Demiryolları şirketi işçilerin yiyecek sıkıntısı baş gösterirnece etraftaki buffaloları öldürmesi için Cody tutar ve yiyecek sıkıntısından cody sayesinde kurtulur. Tüm yiyecek karşılama işini üzerine alan bill bizon katliamını çok iyi yapar ve demiryolları şirketinin kadrolu işçisi haline gelir.Cody daha sonra gelişmekte olan Endüstri şehri Wyoming’te izcilik işine başlar. İlk işi Büyük Boynuzu takip işidir. 1895 ‘de yerini tespit eder Cody yaklaşır ve hileyke kurbanını öldürür bu mahareti kulaktan kulağa yayılarak nasıl kızılderileri öldürdüğü ballandıra balandıralarak anlatılır.Geniş bir kitle tarafından izlenir .Codl efsanesini sağlamlaştırmak için yorulmak nedir bilmez Ordunun yaptığı bütün sürek avlarına katılır. Avlarda herkesi etkimeyi başarır. Üçkağıtçılık ve hilebazlık ta üzerine rakip tanımayan Kowboyumuzun ünü günden güne artar. Artık o soluk benizlerin bir kahramanı kızılderilerin ise kafaderilerini yüzen bir vahşidir. Bill kurnazlıgı ile entrikalarının ardı ardına yapar. Barış görüşmeleri için gelen şefler hep onun elinde can verir. 1876, yılında askerler ile Batı Nebreskada keşifler yaparken karşılaştığı Cheyen savaşçısını öldürerek ordu tarafından ülkeye hizmetlerinden dolayı ödül verilyor.21 saat 40 dakikada 20 atla 322 mil yol almış 14 yaşında yarışmalara katılıyormuş 8 ayda 4280 tane buffalo öldürüyor ayda 500 dolara çalışıyor.

Ayrıca : http://www.indians.org/welker/crazyhor.htm adresini ziyaret edebilirsiniz

Baki GÜNAY, www.netpano.com

Osmanlı’ da Haremin Gerçek Yüzü


Bir ülkede deprem sözkonusu olursa jeologlar, hastalıklar sözkonusu olursa doktorlar, savaş sözkonusu olursa siyasiler ve askerler konuşurlar. Bu bizim ülkemizde de böyledir. Ancak bizde iki konu vardır ki bunlar üzerinde herkes konumuna, birikimine, eğitimine bakmadan üstelik de allame edasıyla konuşur. Bu konulardan bir tanesi dindir diğeri tarih.

Tarihle ilgili bir şeyler söz konusu olduğunda siyasetçi konuşur, gazeteci konuşur, televizyoncu konuşur vs. Bir Allah kulunun aklına da bu işin profosörleri bulup konuşturmak gelmez. Veya gelir de, onların söyleyecekleri işlerine gelmez.

Tarih deyince her zaman revaçta olan konulardan bir tanesi de Osmanlı ve haremdir.

Bunu içoğlanları takip eder. Ardından valide sultanlar, kadınlar saltanatı, devşirmeler vs. böyle gider.

İlim ahlakına sahip bir tarihçinin Osmanlı haremi konusunda söyleyeceği şeyler çok azdır. Çünkü elinde bu konuyla ilgili yeterli belge, döküman vs. yoktur. Kalın duvarlarla çevrili harem binası, etrafındaki harem ağalarına ait binalar ve diğer ocakların daireleriyle adeta ulaşılması imkansız bir kale gibidir. İçinde değil, etrafındaki kendilerine ait binalarda yaşayan, zorunlu hallerde Haremin içine girmeleri gerektiğinde salavat-ı şerife getirerek dolaştıkları bir ortamdır. Her odanın kapısının girişinde, duvarlarında ayetler, hadisler, dualar bulunan bir mekandır Harem.

Zorunlu hallerde ancak harem ağalarına ve tabiplere açılan bu mekana yabancı seyyahların, tarihçilerin nasıl girip, orada adeta gezmiş dolaşmıs gibi haremi anlatışlarına şaşmamak elde değil. Kaldı ki bizimkilerin en çok esas aldıkları, kullandıkları kaynaklarda, ilmi otoritelerce yüzlerce kez tenkid edilmis, çürütülmüş bu batı tarihçilerinin kitaplarıdır.

I. Ahmed döneminde saraya gizlice girdiğini iddia eden Venedik elçisi Ottavinano, ancak Revan Kasrı’nın önündeki havuza kadar olan yerleri görebildiğini söyledikten sonra padişahın odasındaki cariyesiyle nasıl ilişki kurduğunu detaylarıyla anlatmakta ve insanlar da bu anlatıma değer vererek kaynak gösterirken yapılan ilmi ahlaksızlığa çanak tutmaktalar.

18. yüzyılda bile ancak yazlık sarayların boş haremlerini gezebilen batılı birkaç yazar, nedense göremedikleri kısmı hayalleriyle doldurmayı denemişlerdi. Havuzu gördüler ama havuz sefalarını kendileri uydurdular sonra da uydurduklarının resmini çizdiler. Hata yaptıklarını belki de hiç bir zaman düşünmediler çünkü kendi kırallarının kadınları ile yaşantıları öyleydi. Birlikte oldukları düzinelerce kadının yarı çıplak resim ve heykelleri ile saraylarının duvarlarını süsleyen bir zihniyetin Osmanlı hükümdarlarında ki edep kavramını anlayabilmelerini zaten beklemiyoruz. Ama anlayamadığımız, bizim bize bunu nasıl yapabildiğimiz. Yıllarca Topkapı sarayını gezdiren rehberlerin turistlere Harem’in duvarlarında yazılı Arapça metinleri göstererek bunların padişahların cariyeleri için yazdıkları aşk şiirleri olduğunu söylemelerini, ellerindeki broşürlerde de böyle yazmasını hangi düşünceyle izah etmek gerek bilemiyoruz. Zira bu Arapça metinlerin tamamı Kur’an ayetlerinden ve dualardan başka bir şey değil. Hükümdarların çıplak cariyelerin danslarını seyrettiği idda edilen Hünkar Sofası Daire’sinin duvarlarında Bakara Suresi 257. ayetinden itibaren yedi ayet yazılıdır ki bir ayetin meali aynen şöyledir: “Allah kendisine hükümranlık verdi diye (şımarıp azarak) Rabbi hakkında İbrahim ile tartışanı görmedin mi?” Sanki adeta Osmanlı hükümdarı bu ayetle gerçek hükümdarın kim olduğunu, hükümdarım diye şımarıp azdığı taktirde Nemrutlaşabileceği ihtimalini, hergün bilinç altına kazıyor, iman edenlerin karlı bir konumda, Nemrut gibi imansızların ise ne derece zararda olduğunu görüyor ve okuyordu.

Doğru! Bu sofada padişah eşleri, çocukları, kızları, validesi ile birlikte oturur ve helal dairesinde (yani kimseyi huzurunda yarı çıplak oynatmadan) sazlar çalınıp ilahiler söylenip eğlenilirdi. Ancak bugünkü insanların eğlence kavramından anladıkları şey otomatikman Osmanlı padişahının da öyle eğlenmiş olması gerektiğini düşündürtüyordu onlara.

Onlar bunları yaptıklarına dair (yani hamam havuz sefaları, yarı çıplak cariyelerin dans etmesi gibi) belge bırakmayınca bizimkiler hayallerini belge-vesika-kaynak haline getirdiler. Öyle ya; bir erkeğin elinin altında 300-500 cariye olur da nasıl bunlarla gününü gün etmez ki. Hele hele 36 Osmanlı padişahının içinden 15 tanesinin sadece bir veya iki kadınla birlikte olduğu diğerlerinin de en fazla yedi sekiz kadınla aile hayatı yaşadığı belgelerle gözlerine soksanız bu sefer de pişkin pişkin sırıtıp Osmanlı padişahlarının erkekliklerini sorgulamaya kalkacaklar. Hemen şunu da belirtelim; şu an tek eşli (ama çok metresli) evlilik sisteminin içindeki insanlar olarak, Osmanlı padişahının birlikte olduğu 7-8 kadın bile bize çok abartılı gelecektir. Ancak unutmamak gerekir ki Osmanlı’nın yaşadığı dönemde tıpkı dünyanın her yerinde olduğu gibi bir kralın güzel kölesini istediği gibi kulllanması ve bunların sayısının yirmiye otuza çıkması normaldi. O kadar normaldi ki krallar bu kadınlarının heykellerini yaptırıp saraylarının yüksek duvarları üzerine herkesin görebileceği şekilde koydurabiliyorlar ya da yüzlerce genç ve güzel kadınla hamam sefası yapabiliyorlardı. Bizim haremi sorguladığımız gibi Avrupalılar kendi krallarının bu hallerini asla sorgulamadılar. Tarihlerinin yaşanmış bir gerçekliği olarak tarihlerinde bıraktılar.

Oysa biz, asla yaşanmamış sahneleri alıp, doğru gibi kabul edip, kendi kendimize duyduğumuz saygıyı ve özgüveni aramızdan kaldırdık.

1909 yılına kadar Harem Dairesi’ne padişahtan başka, ancak mecburiyet halinde Harem Ağaları ve doktorlar girebiliyorlardı. Son onüç yıllık dönem ise Haremi görenlerin hatıratlarında oldukça net bir biçimde anlatılıyor. Yazık ki (!) orada bile havuz – hamam sefaları yok.

Peki o zaman “Bu Harem nasıl bir yer?” denilebilir.

Kısa ve net bir cevap verelim: Tek idarecisinin Valide Sultan olduğu (yani padişahın annesi) kendisine ait, padişahın bile bozamadığı çok kesin ve katı kuralları bulunan yüzlerce genç kızın, dönemin ilim anlayışına göre en iyi eğitimi aldığı, nihayetinde de devletin önemli kademesindeki görevlilerle evlendirilerek teliyle-duvağıyle-çeyizi ile gönderildiği bir bayanlar mektebidir.

Evet, tam anlamıyla böyledir. Çünkü saraya çeşitli yollarla (esir alınarak veya satın alınarak) alınan kadın köleler yani cariyeler “Acemi” statüsü ile saraya girerler. Bunların padişahla görüşebilmesi mümkün değildir. Öncelikle padişahla karşılaşabilecek, konuşabilecek bir eğitime tabi tutulmaları gerekmektedir. Eğer bunların içinden gerek zekası, gerek güzelliği ve kabiliyetleri ile dikkati çeken birisi olursa bunlar daha özel bir eğitime tâbi tutulurlar ki saraydaki 500-600 cariyenin ancak %10’u bu guruba girebilir. Bu %10’un içinden onları yetiştiren kalfalar ve Valide sultanın dikkatini çekebilenler ancak, has odalık olabilir ki bunlar padişahın özel hizmetlisi konumundadır.

Eğer Has Odalık olarak ayrılan cariyeler padişahın dikkatini çekmeyi başarabilirlerse, yani padişahla karı-koca hayatı yaşarsa ikbal mertebesine yükselir. Genellikle de ikballer padişahın çocuğunu doğurduğunda Kadın Efendi olurlardı. Bunun bir üst mertebesi Kadın Efendinin Valide sultan olmasıdır ki o da ancak doğurduğu çocuk tahta çıkarsa mümkündür. Özetle bütün kıyamet 600 cariyenin içinden aynı anda sayıları dördü beşi geçmeyen Kadın Efendi ve İkballer yüzünden kopmakta.

Şunu da belirtelim ki, Osmanlı padişahı dileseydi o dönemde dünyanın her yerinde olduğu gibi bu 500-600 cariyeyi önünde resmi geçit yaptırıp içlerinden dilediğini de seçebilirdi. Bunu yapabilecek siyasal otoriteye de, cariye köle konumunda olduğu için dinsel özgürlüğe sahipti. Oysa o hareme girerken içeriye haber verilir ve onun geçeceği yol üzerindeki bütün dairelerin kapıları kapatılır, kazara bir cariye padişahla karşılaşacak olursa yaptığı edepsizlik sayılır ve o cariye cezalandırılırdı. Öyle ki kitaplar, bu “kazara” karşılaşmalara tahammül edemeyen padişahların yüksek ökçeli takunyalar yaptırıp Harem’in içinde iken bunlarla dolaştığını yazdı. Geldiği anlaşılsın ve yolunun üzerinden çekilsinler diye. Cariyeleri bırakın, çıktığı seferde nikahlı karısını bulunduğu şehre getirtmeyi unuttuğu için karısının sitem dolu mektuplarını alan padişahları yazdı arşiv vesikaları.

Koca Sultan’ın sitem dolu mektuba cevabı ise; “Varın söyleyin Hafsa Sultan’a: Biz gaza kılıcını kuşanmışız. Gayrısından başkasını gözümüz görmez” olacaktı.

Buraya hatıralarına ve mahremiyetlerine hürmetsizlik olmasın diye isimlerini yazmayacağımız bir hükümdarımızın gözdesi ile arasında geçenleri de almak durumunda kalacağız. Zira köle bile olsa, rızası olmadan padişah ile karı-koca hayatı yaşamadıklarının pratikte delili gibidir bu hatıra.

Koca Sultan’ın aziz ruhundan özür dileyerek;

Kızı anlatır padişahımızın: “……….. kumraldı, ela gözlü idi, 23 yaşında kadardı. Gayet de iyi tahsil görmüş, son derece zarifti. Daha saraya intisab ettiği (girdiği) günden itibaren babam kendisinden pek hoşlanmıştı. Artık, daima onu yanında gezdiriyor, kendisi ile uzun uzun, tatlı tatlı konuşuyordu. Lakin bütün bu “iltifatı şahaneye” rağmen elâ gözlü dünya güzeli, hükümdarın bazı arzularına “evet” demiyordu. Onun bu şiddetli mukavemeti babamın kendisine karşı alâkasını daha ziyade arttırıyordu. Bu hal böyle tam beş sene devam etti. Elâ gözlü güzelde hiç bir değişiklik yoktu……….”.

Bir bayram günü, çok güzel görünen kız padişahın huzuruna girer tebrikini yapar. Hünkar “Hâlâ inadında devam mısın?” diye sorar. Genç kız gözlerini yere indirip susar. Genç kızın bu iltifata cevabı şu olur: “Efendimiz!! Ömrüm oldukça size canımı feda etmeye daima hazır olacağım. Yanınızdan ayrılmam. Fakat bütün dünyayı bağışlasanız asla hareminiz olmam!.. Çünkü kocam olacak erkeğin yalnız ve yalnız bir karısı, yani tamamen bana ait olmasını isterim, aksi halde kimse ile evlenmem…..”

Güzelden ümidini kesen Hükümdar ona bir konak alır, içini donatır. 45 Yasında gayet dindar bir kıranta (oturaklı, gösterişli, bakımlı, orta yaşlı) zatla evlendirir. Kocasının tek eşi olarak hayatını devam ettirir.

Binyediyüzlü yılların başında İstanbul’a gelen İngiltere Büyükelçisi’nin eşi Lady Montague’nin hatıraları batılıların pek hoşuna gitmedi. Hareme girebilen Lady’nin yazdıkları daha önceki ve sonraki batılıların yazdıklarına ters düştüğü için, gerek o dönemde, gerekse daha sonra Lady Montague’yi yalancılıkla itham eden pek çok yazar çıkacaktı. O’nun ülkesi olan İngiltere’de üstelik de 1800’lü yıllarda, evli bir erkek çok rahatlıkla karısını gazeteye “ihtiyaçtan satılık ev kadını” ilanı vererek satabildiği için, Osmanlının saraya giren kadın köleye maaş bağlamasını, eğitim vermesini, sonra da değerli çeyiz ve mücevherleri ile saraydan âzâd etmesini elbette anlamakta zorlanacak ve inkâr yolunu tercih edeceklerdi.

Aşağıda, onun mektuplarından yaptığımız alıntı, ne demek istediğimizi daha da iyi izah edecektir:

“Bu milletin din ve töreleri hakkında eksik bilgimiz var. Dünyanın bu tarafına seyrek geliniyor. Gelenler de ticaretten başka bir şey düşünmeyen tüccarlar. Türkler ise, bunlarla yüz-göz olmayacak kadar ağırbaşlılar. Bu sebeple tüccarların getirdikleri bilgiler yalan yanlış oluyor.

Belki de dünyanın bütün kadınlarından daha hür….. Hayatı hiç aksatmadan, zevkle süren, kaygılardan uzak yaşayan, boş vaktini komşu ziyaretleriyle, hamamlarda yıkanmakla, ya da bol para harcayıp yeni yeni modalar çıkarmakla geçiren yeryüzündeki tek kadın.

Avrupa’da hiç bir saray düşünemem ki, orada yabancı bir kadına karşı bu kadar namusluca davranılsın.

Hamamda ikiyüz kadar kadın vardı. Hiç birinde bizdeki gibi alaycı gülüşmeler ve fısıldaşmalara rastlamadım. Üstelik benim için “güzel, çok güzel” dediklerini işittim. Bir kadının, bir başka kadın için “güzel” diyebilmesi hâyâl bile edilemez.

Konakların hepsinde bir harem dairesi ve cariyeler var. Ancak bu cariyeler evin hanımına âit hizmetçiler. Evin erkeği ömrü boyunca bunları yolda görse tanımaz. Ne kadar garip değil mi?

Kış geceleri toplanıyorlar, geç vakitlere kadar öyle güzel ve saf eğleniyorlar ki zamanın nasıl geçtiği hissedilmiyor. Her evde misafir odaları var. İkram ve misafirperverlik Türklerin yaşama kudreti gibi bir şey…….”

Çok zor ve ağır bir konu olan Harem’i böyle bir kaç satırda özetlemek elbetteki mümkün değil. Ancak kendimizle, geçmişimizle barışma çabasının içinde küçük bir damla olmaktı niyetimiz.

Okumaya devam et